Dizinin yaratıcılarının, seyircinin sezonlar boyunca takip ettiği asıl öyküyü tamamen bıraktıkları gerçeğini maskeleyebilmek için, dizinin geçmişinden duygusal anları kullandıkları bir bölüm olmuş bu. Yıllardır Lost'un karakter-merkezli bir dizi olduğunu söyleyip duruyorlardı, ama Lost karakter-merkezli bir dizi değildi bana göre; yıllardır diziyi götüren Kate gibi sıkıcı, derinliksiz, bazen iki boyutlu ve çoğunlukla da gelişimden yoksun karakterler değil, konuydu. Konusu ilginç olduğu için ilgi çekiciydi Lost, bu kadar basit. Zaman yolculuğu ve gizemli sayılar mesela, Claire ve Jack karakterlerinden çok daha fazla taşıdı diziyi. Yine de eğer Lost'u karakterler için izlediyseniz, finalin büyük bir başarı olduğunu düşünüyorsunuzdur muhtemelen. Karakterizasyon ve karakter gelişimi bana hiçbir zaman başarılı gelmediği, Ben başta olmak üzere elle sayılabilir birkaç karakter dışında çoğu karakterle de ilgilenmediğim için bu gruba dahil değilim ben, ama finalin, karakterler ve onların hikayesini tatmin edici bir şekilde sonlandırmak açısından ne kadar başarılı olduğunu anlayabiliyorum.
Şayet büyük resim için izlediyseniz Lost'u; gizemli bir ada ve mitolojisi idiyse ilginizi çeken, finali büyük bir başarısızlık olarak görüyorsunuz muhtemelen. Ben bu gruba giriyorum. Sezonlar boyunca ada hakkında sürüyle bilgi edindiğimiz doğru —bitki örtüsü nasıldır, üzerinde yüzyıllar boyu kimler yaşamıştır, hangi şaşırtıcı olaylara ev sahipliği etmiştir o ormanlar vs.—, ancak bu bilgilerin arkasındaki "neden"leri asla öğrenemedik. Görünüşe göre bunun nedeni, yazarların da bu konuda bir fikri olmaması.
Bu bölümle ilgili önceden tahmin etmeyi becerdiğim ve en çok hoşuma giden iki şey, Rose ve Bernard'ın 70'lerin sonunda bizimkilerle birlikte 2007'ye geçmiş ve adada şöyle uzun, bol huzurlu bir hayat yaşamış olmaları ile, Juliet'in LA X'te Jack'in eski karısı olarak ortaya çıkması ve "uyanış"ının Sawyer sayesinde gerçekleşmesiydi (aynısı Sawyer için de geçerli). Karakterlerin uyanışlarını aşırı duygusal ve manipülatif bulduğumu gizleyemem, ama Juliet'li, Sawyer'lı ve Apollo'lu sahnede benim bile gözlerim doldu. Juliet ve Sawyer'ın ilişkisi, Lost'un son iki sezonunun duygusal açıdan özünü oluşturuyordu bana kalırsa. Juliet dizinin en güçlü karakterlerinden biriydi, Kate ve Claire gibi aslında pek bir varlık gösteremeyen kadın karakterlerin aksine, hem gerçekçiydi Juliet, hem de çok güçlü. Hurley'nin yeni Jacob olması (aa bunu da bilmişim) ve Ben'in Hurley'nin sağ kolu olarak çok sevdiği adasında kalması ile LA X'teki Jack'in boynundaki ve karnının oralardaki yara izlerinin adada aldığı bıçak darbelerinden oluşması da [bunu da bilmiştim ama galiba bu dört (rakamla: 4) ayrıntı dışında önceden tahmin edebildiğim hiçbir şey yok, bravo bana gerçekten], finalle ilgili hoşuma giden nadir öğelerden. Bölümle ilgili hoşuma gitmeyen şeylerin başında ise, LA X'te yaşanmış her şeyin, orasının salt varoluşsal bir bekleme odası, bir araf olduğu gerçeğiyle önemsiz hale gelmiş olması ile, bu sezon ortaya atılan Jacob ve Flocke çekişmesi hatırına, önceki sezonlarda yaşananların tamamen hiçe sayılmış olması geliyor.
Yazarların amacı sadece cevaplanmamış sorulara aldırmayacak ve karakterlerin en sondaki reunion'ından etkilenip coşacak izleyiciye hitap etmek idiyse bile, o izleyiciyi (ki ben o izleyici değilim hayır) 6. sezon boyunca LA X'in gerçek doğasına dair kandırmaları gerekti -ki en sondaki biraraya geliş şaşırtıcı ve etkileyici olabilsin. Ama LA X'in ne olduğunu bilerek geriye baktığımda, burada olanların büyük kısmı mantıksız geliyor bana. Örneğin ben Sun olsam, öldükten sonra "ışığa doğru" gitmeden hemen önce sevdiğim insanlarla olabilmek için bilinçaltımda yarattığım bir nevi bekleme odasında (bu cümlenin kulağa ne kadar deli saçması geldiğine dikkat etmeyelim lütfen), yine bilinçaltımda bana ateş edip hastanelik edecek bir Keamy yaratır mıydım mesela? Adanın okyanusun dibinde olduğunu gösterdikleri sahne neydi örneğin, evet amaç seyirciyi LA X'in alternatif bir zaman çizgisi olduğuna inandırarak, dizinin sonunda daha çok şaşırmasını sağlamaktı tamam, ama LA X'in sadece araf olduğunu ve içindeki hiçbir şeyin gerçek olmadığını bilerek izleyen seyirci, sular altına gömülmüş ada hakkında ne düşünür? LA X'te geçen tüm sezonu, orada yaşananların ve oradaki karakterlerin hiçbir anlamı olmadığını, LA X'in sadece karakterlerimizin kim olduklarını hatırlamaları için bir "patika" olduğunu, sonra da bir kiliseye gidip oradan ışığın içine geçiş yapıp yok olacaklarını öğrenmek için izlemişiz. Flash-sideways aslında sadece, çoktan ölmüş eski karakterlerin dönüşünü kullanarak izleyicilerin ağzına çalınan bir parmak balmış. Ama aslında seyirciye istediği değil, farkında olmadan gereksindiği şey verilmelidir; Juliet ve Sawyer'ı tekrar birlikte görmeyi istiyor olabiliriz (ki herhalde bunu en çok isteyenlerden biriydim ben) ama onları birleştirmek, ta başta ayrılmış olmalarının sarsıcı etkisini azaltıp anlamsız kılmaktır. Sun ve Jin'in ölümlerine üzülebilmemizi istiyorlarsa, iki bölüm sonra onları birlikte ve mutlu olarak göstermemeleri gerekir mesela. Herkes için mutlu son söz konusu olduğunda, sonuçların hiçbir önemi, anlamı ve mantığı kalmamış olur. Bu da hikayecilikteki en büyük falsolarından biri oldu Lost'un, ama elbette nedenini anlamak zor değil (neydi hatırlayalım: seyirci başka şeylerden şikayet edemesin diye ağzına bal çalmak). Lost'un karakter-merkezli bir dizi olduğunu iddia edip bununla övünüp duran yazarlar, flash-sideways'in karakterleri nasıl harcadığının farkında mı acaba? Aslında buna çok benzer bir sorun flashback'lerde de vardı ve final de aynısından nasibini almış vaziyette: karakterler üzerine olan dizilerde karakter gelişimi diye bir şey olur, karakteri bulup çıkarma değil. Lost'un başından beri yaptığı sadece buydu; karakterleri bize parça parça göstererek onları "keşfetmemizi" sağlama. Derinleştirme ya da geliştirme adına hiçbir şey yapmama.
Ada gerçekten de, cehennemi ait olduğu yerde tutan, dünyaya yayılmasını engelleyen bir tıpaymış demek. Sadece metaforik olarak değil, ciddi ciddi cismen bir tıpa varmış adada yani. Tıpa çıkarıldığında, adadaki kurallar geçersizleşiyor, ışığın koruyucusu ve Dumancık ölümlü hale geliyor, ada sallanmaya, sarsılmaya başlıyor, tıpa yerine konulmazsa yok olacak (diye tahmin ediyoruz). Across the Sea bölümünü sevenlerin, bu tıpa olayını da sevdiğini tahmin ediyorum. Ben sevemedim.
Lost her ne kadar "kurallar"dan bolca bahsetmiş olsa da, o kuralları istikrarlı bir şekilde belirlediği söylenemez; örneğin Smokey'le ilgili gerçekte neler olup bittiğine asla değinmemiş olması, Flocke'ın ölümünü rastgele ve keyfi hissettirdi bana. Ab Aeterno ve Across the Sea bölümlerinde gördüğümüz, Titus Welliver'in canlandırdığı karakterle, karakterin iki sezondur gördüğümüz Locke versiyonu, tamamen farklı motivasyonlara sahip, ayrı varlıklar gibiydiler. Terry O'Quinn de, Titus Welliver de süper oyuncular, buna rağmen hiçbir zaman aynı karakteri canlandırıyorlarmış gibi hissedemedim ben. Düşününce, Flocke'ın bu sezon yaptıklarının büyük kısmı anlamsız. Bu bölüme bakacak olursak, Flocke'ın planı aşama aşama şöyleymiş:
— Jacob'ı öldürebilmek için koşulların kusursuz olmasını iki bin yıl beklemek,
— Jacob'ı öldürmek,
— Sawyer'a "birlikte adadan gidelim" teklifi yapmak (adayı terk edemeyecek olsa da),
— Desmond'ın ayağına gelmesini beklemek, sonra da onu bir kuyuya atmak,
— Sonra Desmond'ı öldür(t)meye karar vermek ama gerçekten ölüp ölmediğini kontrol edecek kadar da önemsememek,
— Adayların kalanının ayağına gelmesini beklemek,
— Onları denizaltıyla adayı terk etmeye ikna edip hepsini öldürmek,
— Onları öldürmenin bir önemi olmadığını, sadece Desmond'a ihtiyacı olduğunu açıklamak,
— Aslında adadan ayrılmaktan çok adayı yok etmek istediğini açıklamak,
— Desmond'ı bulup da adayı yok etmek için kullandıktan sonra, başından beri sahip olduğu yelkenliyle adayı terk edeceğini açıklamak (adaylar hayatta olsa da, olmasa da).
Hmmm, peki.
Adanın ve kaynağın koruyucusu yani yeni Jacob olunca, herhangi bir bilgi, farkındalık, hiçbir şey kazanmıyormuşsunuz. Bunun bana çok ama çok saçma geldiğini gizleyemeyeceğim. Ne yapacağını, Dumancık'ın ne olduğunu ve nasıl yenilebileceğini, ışığın, tıpanın, kaynağın ne olduğunu, adanın ne menem bir şey olduğunu, kendisinin nasıl bir varlığa dönüştüğünü, kaç yıl yaşayacağını bilmiyordu Jack, hiçbir fikri yoktu. Neden bunu yaptıklarını anlayabiliyorum elbette, ancak Jack hiçbir şey bilmezse istenilen sona ulaşılabilinir ve seyirciye nihai reunion ve Jack'in gözünün kapandığı son sahne sunulabilirdi. Ama sırf Jack'in gözü, ilk bölümün ilk sahnesinde açıldığı yerde kapansın da etkileyici olsun diye, Jack'i o noktaya getirebilmek için bir hayli aptalca şeyler yaptırmalarını anlamıyorum. Kahramanımızın Flocke'ı yenmek için büyük planı, Flocke ne isterse onu yapmasına izin vermek, sonra da işlerin iyiye gideceğini ummaktı mesela, sonuçta da bu kötülüğün vücut bulmuş (güya) epik halini yenmek için yapması gereken bir kez ateş edip bir de tekmeyle uçurumdan ittirmek oldu. Bıçaklandı, buna rağmen adayı boydan boya kat edip uzun bir ipten tırmanabildi, tıpkı Dumancık'a dönüşen Jacob'ın kardeşi gibi kaynakta patladı etti ama ölmedi, tüm bunlardan sonra ormanı tökezleyerek de olsa geçebildi, tek amacı da ilk bölümün başında kendini bulduğu noktaya varıp huzurlu bir şekilde orada ölebilmekti. Buna da peki.
Benjamin de, bu sezonki hikayesinden mantıksızlık akan karakterlerden. Bir bölüm önce büyük bir soğukkanlılıkla Widmore'u öldürüp daha da bir sürü insanı öldüreceğini söylemişti, bu bölümdeyse bunlara değinilmedi bile. Eğer son iki bölüm olmasa, Ben'in kefaret ödeme hikayesi sıkıcı da olsa mantıklı sayılabilirdi. Peki niçin tövbe etmişken caydı ve eski karanlık haline döndü, kızının mezarını gördü diye mi? Hadi bir nedenden oldu bu diyelim, finalde niçin bütün sezon boyunca gördüğümüz iyi kalpli haline döndü, Flocke adayı yok edeceğini açıkladı diye mi? Bu soruları hâlâ soruyor olmam çok saçma ama elimde değil, her şeyden önce Benjamin Linus niçin yıllaaaar önce Henry Gale rolüyle bizimkilerin kampına sızmıştı ki? Jack'in kendisini ameliyat etmesini istiyordu tamam, ama belki en baştan Jack'e gidip rica etse, her şey daha kolay olurdu, Libby ve Ana Lucia da ölmezdi, falan. Ölmek üzereyken birilerini kandırması, tutsak alınması, sonra başkalarını kaçırıp onları tutsak alması ve bu arada çok değerli haftaları kaybetmesi gerekmiyordu herhalde.
Neredeyse her karakterin diziye romantik bir buluşmayla dönüş yapmış olmasını çok garip buluyorum açıkçası, özellikle de ilişkiler hiçbir zaman Lost'un merkezi olagelmemişken. Düşünsenize, Faraday'den Jack'e, Claire'den Hurley'e bütün karakterlerin "gerçek aşk"larıyla buluşup öpüşüp yiyişmelerini izledik, tamamen ajitasyona dayalı ilk sezondan görüntüler eşliğinde. Üstelik Sayid'in ruh eşi Shannon mıydı şimdi, hadi oradan demek istiyorum. Daha birkaç gün önce Flocke'la yaptığı anlaşma Shannon'ın değil, Nadia'nın hayatta olduğu bir dünyaya dönebilmek üzerine kuruluydu.
Gerçek dünyada neler yaşadı insanlar, Jack'in ölmesi ile kurtulan karakterlerin ölümünden sonra araftaki kilisede buluşmaları arasındaki zaman diliminde neler yaşandı, hiçbir fikrimiz yok. Hurley ve Ben kaç yıl yaşadılar, kaynağı (ve şu kahrolası tıpayı) nasıl korudular, sevgilileri olmadı mı hiç? Desmond adadan ayrılıp Penny'sine kavuşabildi mi? Kate, Sawyer, Claire, Miles ve Lapidus uzun ve sağlıklı birer yaşam sürdüler mi? Kate ve Sawyer kaybettikleri aşklarının tesellilerini birbirlerinin kollarında mı buldular? Aaron büyüyüp de önemsiz, sıradan bir adam mı oldu? Bunlara aldırdığımdan değil ama, karakterlerin öldükten sonraki hallerini bu kadar uzun (tüm sezon boyunca hatta) görecek idiysek, ölmeden önce neler yaşadıklarını da şöyle genel hatlarıyla bilmek fena olmazdı.
Lost, mutlu son verebilmek adına araf ve cennet kavramlarıyla oynayarak ucuz bir numaraya girişti ve hikayenin ada kısmını (yani asıl kısmını) son tahlilde son derece gereksiz bir fazlalığa dönüştürdü. Eğer hepsi sonunda buluşacak idiyseler, Jack'in başarılı olup olmamasının, Sawyer'ların uçağı yakalayıp yakalamamasının, hatta Dumancık'ın serbest kalıp herkesi öldürüp öldürmemesinin ne önemi kaldı ki? Jack'in kendini feda etmesi mesela, manasızmış aslında, ne de olsa öldükten sonra sevdikleriyle elele tutuşup ışığa doğru gidebilirmiş. Öldün mü Jack, ne olacak ki, arafta yine bir doktor olabilirsin, hatta bonus, bir de oğlun olabilir! Üstelik bu sadece ilk kısmı, o bittikten sonra tam olarak ne olduğunu kimsenin bilmediği cennete gideceksin ama herkesin gülümsemelerle koşar adım gittiği bir yer olduğuna göre, araftakinden de şahane olmalı! Sadece kaçınılmaz olanı yani ölümü erteliyordu karakterler, ölümden sonrası bu kadar harikuladeyse ertelemeseler daha bile iyi olurmuş üstelik. Altı yıl boyunca Lost'ta olup biten hiçbir şeyin ehemmiyeti yokmuş, konu dışıymış her şey, anlamsızmış, yersizmiş, gereksizmiş.
Lost'a dair yazdığım son yazıyı aklımda kalan sorularla bitirmek istiyorum, dizinin genel temasına da uyacaktır böyle bir veda :) Ben çok sıkı ve dikkatli bir takipçi sayılmam, üstelik ikinci sezonu örneğin tam üç sene önce izledim, buna rağmen bir oturuşta bu kadar soru çıkarabiliyorsam, tüm bölümleri arka arkaya ve bu yıl içinde izleyip de çok daha fazla ayrıntıyı yakalayabilmiş ve benim gibi bir sürü şeyi unutmamış olanların listelerinin kaç sorudan oluşacağı merak konusu :) Tabii bu soruların şu noktadan sonra hiçbir anlamı kalmadı, özellikle yazarların bizden bile daha az şey bildiğini öğrendikten sonra. Olsun. Yazayım, eksik kalmasın.
"Hayatın anlamını bulmayı mı bekliyordunuz bir diziden," diyorlar beğenenler beğenmeyenlere. Her yerde bu lafı görüyorum ve dizinin yıllar boyunca ortaya attığı gizemlerin çözülmesiyle hayatın anlamı arasındaki bağlantıyı gerçekten kuramıyorum. Dramatik eserlerde, izleyicinin bir sonraki bölümde ya da sahnede ne olacağını merak etmesini sağlamak önemli bir unsur, ama asıl mühim olan, nihai olarak yapılması gereken, tüm olayların toplarlanması, açıkların kapatılması, soruların cevaplanmasıdır. Aksi takdirde, izleyicisini aptal yerine koymuş olur o yaratı ("Sağabildiğimiz kadar sağalım," mentalitesi.) "Bu bir televizyon dizisi, ne bekliyordunuz ki," diyenlere buradan selam göndermek istiyorum. TV dizileri de anlamlı, mantıklı ve kaliteli olabilir dostlar. Televizyonda sanat yapmanın dahi mümkün olduğuna inanıyorum ben. Enayilik, ne yapalım :)
Eğer ilk sezonun sonunda böyle bitseydi Lost, söyleyecek hiçbir şeyim olmazdı. Yine araf, kilise, tıpa, ışık gibi bazı öğeleri sevmezdim ve olayların nihai olarak bağlandığı yer bana hitap etmezdi, ama şu an yaptığım gibi eleştirmezdim kesinlikle, çünkü kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir son olmuş olurdu o. Oysa ilk sezonda bitmedi, seyircisinin asla sonlandırılmayacak binlerce çözümsüz gizemle karşılaşıp şaşırması ve bir gün onların çözüleceği umuduyla heyecanlanması için, tamı tamına beş yıl daha izlettirdi kendini. Kabul etmek gerekir ki, deliler gibi yeni bölümleri beklememizin, üzerine kafa yormamızın, teoriler üretmemizin, arkadaşlarımızla hakkında konuşmamızın ve üzerine yazılar yazmamızın, kısacası bu kadar sevmemizin en büyük nedeni, bizde merak uyandırmasıydı. Evet flashback'ler şöyle yaratıcı fikirdi de Evangeline Lilly böyle güzel bir hatundu, Terry O'Quinn şöyle şahane bir oyuncuydu da müzikler böyle nefisti falan filan, ama bunların tümü ikinci plandaydı benim için, yan öğelerdi bir bakıma; Lost'u asıl Lost yapan, sezonlar boyunca ilginç, yaratıcı gizemler atmasıydı ortaya. Ve bunu yapmak kolay, hele hele arkanda ABC gibi bir network, elinde de doğru dürüst bir bütçe ve bu kadar yetenekli oyuncular varken. Zor olan, izleyici tarafından Lost'un bittikten sonra da başarılı ve kaliteli bir yapım olarak kabul edilebilmesi için gerekli olan, bu gizemleri çözülebilmesi, olayların toparlanıp parçaların yerli yerine oturtabilinmesi.. Bu bağlamda yazarlar 'zor'u başaramadılar. Büyük ihtimal zora gelemediklerinden (!) değil de, başından beri bir cevapları, bir planları olmadığından. Ki neyi nereye bağlayacaklarını bilmemeleri, daha en baştan kafalarında bir şey olmadan yola çıkarak, dizi tuttukça ortaya daha fazla soru atmaları, hikayeyi iyice çetrefilleştirmeleri ve asla toparlayamayacaklarını bildikleri halde sırf daha fazla ekmek yiyebilmek için çamura daha fazla gömülmeye razı olmaları bir fiyasko bana göre, ama yine de böyle olacağını son sezonun ikinci yarısında hafif hafif anlamaya başlamış, beklentilerimi ona göre ayarlamış, finalin başına oturmadan dokuz yüz beş bin altmış üç milyon soruya yanıt alamayacağımızı bilerek izlemeye başlamıştım; beklediğim şöyle sürprizli, şaşırtıcı, aksiyon dolu bir final izlemek, çok fazla cheesy duygusal sahneyle karşılaşmamak, çok fazla teolojik öğeyle de karşılaşmamak, bir de altıncı sezonun başında ortaya çıkmış olan flash sideways'in açıklamasını mantıklı ve tatmin edici bulmaktı. O bile olmadı.
PS: Lost'un final bölümüyle ilgili anket kapandı, blogdan kaldırmadan önce sonuçların kalıcı olması için burada belirteyim dedim. 1524 kişi oy vermiş, bunların 379'u yani %24'ü "nefisti", 327'si yani %22'si "asap bozucuydu", 818'i yani %54'ü "hayal kırıklığına uğratıcıydı" şıklarını seçmiş. Bu da demektir ki izleyen 4 kişiden sadece 1'i beğenmiş dizinin finalini. Biraz içler acısı.
Şayet büyük resim için izlediyseniz Lost'u; gizemli bir ada ve mitolojisi idiyse ilginizi çeken, finali büyük bir başarısızlık olarak görüyorsunuz muhtemelen. Ben bu gruba giriyorum. Sezonlar boyunca ada hakkında sürüyle bilgi edindiğimiz doğru —bitki örtüsü nasıldır, üzerinde yüzyıllar boyu kimler yaşamıştır, hangi şaşırtıcı olaylara ev sahipliği etmiştir o ormanlar vs.—, ancak bu bilgilerin arkasındaki "neden"leri asla öğrenemedik. Görünüşe göre bunun nedeni, yazarların da bu konuda bir fikri olmaması.
Bu bölümle ilgili önceden tahmin etmeyi becerdiğim ve en çok hoşuma giden iki şey, Rose ve Bernard'ın 70'lerin sonunda bizimkilerle birlikte 2007'ye geçmiş ve adada şöyle uzun, bol huzurlu bir hayat yaşamış olmaları ile, Juliet'in LA X'te Jack'in eski karısı olarak ortaya çıkması ve "uyanış"ının Sawyer sayesinde gerçekleşmesiydi (aynısı Sawyer için de geçerli). Karakterlerin uyanışlarını aşırı duygusal ve manipülatif bulduğumu gizleyemem, ama Juliet'li, Sawyer'lı ve Apollo'lu sahnede benim bile gözlerim doldu. Juliet ve Sawyer'ın ilişkisi, Lost'un son iki sezonunun duygusal açıdan özünü oluşturuyordu bana kalırsa. Juliet dizinin en güçlü karakterlerinden biriydi, Kate ve Claire gibi aslında pek bir varlık gösteremeyen kadın karakterlerin aksine, hem gerçekçiydi Juliet, hem de çok güçlü. Hurley'nin yeni Jacob olması (aa bunu da bilmişim) ve Ben'in Hurley'nin sağ kolu olarak çok sevdiği adasında kalması ile LA X'teki Jack'in boynundaki ve karnının oralardaki yara izlerinin adada aldığı bıçak darbelerinden oluşması da [bunu da bilmiştim ama galiba bu dört (rakamla: 4) ayrıntı dışında önceden tahmin edebildiğim hiçbir şey yok, bravo bana gerçekten], finalle ilgili hoşuma giden nadir öğelerden. Bölümle ilgili hoşuma gitmeyen şeylerin başında ise, LA X'te yaşanmış her şeyin, orasının salt varoluşsal bir bekleme odası, bir araf olduğu gerçeğiyle önemsiz hale gelmiş olması ile, bu sezon ortaya atılan Jacob ve Flocke çekişmesi hatırına, önceki sezonlarda yaşananların tamamen hiçe sayılmış olması geliyor.
Yazarların amacı sadece cevaplanmamış sorulara aldırmayacak ve karakterlerin en sondaki reunion'ından etkilenip coşacak izleyiciye hitap etmek idiyse bile, o izleyiciyi (ki ben o izleyici değilim hayır) 6. sezon boyunca LA X'in gerçek doğasına dair kandırmaları gerekti -ki en sondaki biraraya geliş şaşırtıcı ve etkileyici olabilsin. Ama LA X'in ne olduğunu bilerek geriye baktığımda, burada olanların büyük kısmı mantıksız geliyor bana. Örneğin ben Sun olsam, öldükten sonra "ışığa doğru" gitmeden hemen önce sevdiğim insanlarla olabilmek için bilinçaltımda yarattığım bir nevi bekleme odasında (bu cümlenin kulağa ne kadar deli saçması geldiğine dikkat etmeyelim lütfen), yine bilinçaltımda bana ateş edip hastanelik edecek bir Keamy yaratır mıydım mesela? Adanın okyanusun dibinde olduğunu gösterdikleri sahne neydi örneğin, evet amaç seyirciyi LA X'in alternatif bir zaman çizgisi olduğuna inandırarak, dizinin sonunda daha çok şaşırmasını sağlamaktı tamam, ama LA X'in sadece araf olduğunu ve içindeki hiçbir şeyin gerçek olmadığını bilerek izleyen seyirci, sular altına gömülmüş ada hakkında ne düşünür? LA X'te geçen tüm sezonu, orada yaşananların ve oradaki karakterlerin hiçbir anlamı olmadığını, LA X'in sadece karakterlerimizin kim olduklarını hatırlamaları için bir "patika" olduğunu, sonra da bir kiliseye gidip oradan ışığın içine geçiş yapıp yok olacaklarını öğrenmek için izlemişiz. Flash-sideways aslında sadece, çoktan ölmüş eski karakterlerin dönüşünü kullanarak izleyicilerin ağzına çalınan bir parmak balmış. Ama aslında seyirciye istediği değil, farkında olmadan gereksindiği şey verilmelidir; Juliet ve Sawyer'ı tekrar birlikte görmeyi istiyor olabiliriz (ki herhalde bunu en çok isteyenlerden biriydim ben) ama onları birleştirmek, ta başta ayrılmış olmalarının sarsıcı etkisini azaltıp anlamsız kılmaktır. Sun ve Jin'in ölümlerine üzülebilmemizi istiyorlarsa, iki bölüm sonra onları birlikte ve mutlu olarak göstermemeleri gerekir mesela. Herkes için mutlu son söz konusu olduğunda, sonuçların hiçbir önemi, anlamı ve mantığı kalmamış olur. Bu da hikayecilikteki en büyük falsolarından biri oldu Lost'un, ama elbette nedenini anlamak zor değil (neydi hatırlayalım: seyirci başka şeylerden şikayet edemesin diye ağzına bal çalmak). Lost'un karakter-merkezli bir dizi olduğunu iddia edip bununla övünüp duran yazarlar, flash-sideways'in karakterleri nasıl harcadığının farkında mı acaba? Aslında buna çok benzer bir sorun flashback'lerde de vardı ve final de aynısından nasibini almış vaziyette: karakterler üzerine olan dizilerde karakter gelişimi diye bir şey olur, karakteri bulup çıkarma değil. Lost'un başından beri yaptığı sadece buydu; karakterleri bize parça parça göstererek onları "keşfetmemizi" sağlama. Derinleştirme ya da geliştirme adına hiçbir şey yapmama.
Ada gerçekten de, cehennemi ait olduğu yerde tutan, dünyaya yayılmasını engelleyen bir tıpaymış demek. Sadece metaforik olarak değil, ciddi ciddi cismen bir tıpa varmış adada yani. Tıpa çıkarıldığında, adadaki kurallar geçersizleşiyor, ışığın koruyucusu ve Dumancık ölümlü hale geliyor, ada sallanmaya, sarsılmaya başlıyor, tıpa yerine konulmazsa yok olacak (diye tahmin ediyoruz). Across the Sea bölümünü sevenlerin, bu tıpa olayını da sevdiğini tahmin ediyorum. Ben sevemedim.
Lost her ne kadar "kurallar"dan bolca bahsetmiş olsa da, o kuralları istikrarlı bir şekilde belirlediği söylenemez; örneğin Smokey'le ilgili gerçekte neler olup bittiğine asla değinmemiş olması, Flocke'ın ölümünü rastgele ve keyfi hissettirdi bana. Ab Aeterno ve Across the Sea bölümlerinde gördüğümüz, Titus Welliver'in canlandırdığı karakterle, karakterin iki sezondur gördüğümüz Locke versiyonu, tamamen farklı motivasyonlara sahip, ayrı varlıklar gibiydiler. Terry O'Quinn de, Titus Welliver de süper oyuncular, buna rağmen hiçbir zaman aynı karakteri canlandırıyorlarmış gibi hissedemedim ben. Düşününce, Flocke'ın bu sezon yaptıklarının büyük kısmı anlamsız. Bu bölüme bakacak olursak, Flocke'ın planı aşama aşama şöyleymiş:
— Jacob'ı öldürebilmek için koşulların kusursuz olmasını iki bin yıl beklemek,
— Jacob'ı öldürmek,
— Sawyer'a "birlikte adadan gidelim" teklifi yapmak (adayı terk edemeyecek olsa da),
— Desmond'ın ayağına gelmesini beklemek, sonra da onu bir kuyuya atmak,
— Sonra Desmond'ı öldür(t)meye karar vermek ama gerçekten ölüp ölmediğini kontrol edecek kadar da önemsememek,
— Adayların kalanının ayağına gelmesini beklemek,
— Onları denizaltıyla adayı terk etmeye ikna edip hepsini öldürmek,
— Onları öldürmenin bir önemi olmadığını, sadece Desmond'a ihtiyacı olduğunu açıklamak,
— Aslında adadan ayrılmaktan çok adayı yok etmek istediğini açıklamak,
— Desmond'ı bulup da adayı yok etmek için kullandıktan sonra, başından beri sahip olduğu yelkenliyle adayı terk edeceğini açıklamak (adaylar hayatta olsa da, olmasa da).
Hmmm, peki.
Adanın ve kaynağın koruyucusu yani yeni Jacob olunca, herhangi bir bilgi, farkındalık, hiçbir şey kazanmıyormuşsunuz. Bunun bana çok ama çok saçma geldiğini gizleyemeyeceğim. Ne yapacağını, Dumancık'ın ne olduğunu ve nasıl yenilebileceğini, ışığın, tıpanın, kaynağın ne olduğunu, adanın ne menem bir şey olduğunu, kendisinin nasıl bir varlığa dönüştüğünü, kaç yıl yaşayacağını bilmiyordu Jack, hiçbir fikri yoktu. Neden bunu yaptıklarını anlayabiliyorum elbette, ancak Jack hiçbir şey bilmezse istenilen sona ulaşılabilinir ve seyirciye nihai reunion ve Jack'in gözünün kapandığı son sahne sunulabilirdi. Ama sırf Jack'in gözü, ilk bölümün ilk sahnesinde açıldığı yerde kapansın da etkileyici olsun diye, Jack'i o noktaya getirebilmek için bir hayli aptalca şeyler yaptırmalarını anlamıyorum. Kahramanımızın Flocke'ı yenmek için büyük planı, Flocke ne isterse onu yapmasına izin vermek, sonra da işlerin iyiye gideceğini ummaktı mesela, sonuçta da bu kötülüğün vücut bulmuş (güya) epik halini yenmek için yapması gereken bir kez ateş edip bir de tekmeyle uçurumdan ittirmek oldu. Bıçaklandı, buna rağmen adayı boydan boya kat edip uzun bir ipten tırmanabildi, tıpkı Dumancık'a dönüşen Jacob'ın kardeşi gibi kaynakta patladı etti ama ölmedi, tüm bunlardan sonra ormanı tökezleyerek de olsa geçebildi, tek amacı da ilk bölümün başında kendini bulduğu noktaya varıp huzurlu bir şekilde orada ölebilmekti. Buna da peki.
Benjamin de, bu sezonki hikayesinden mantıksızlık akan karakterlerden. Bir bölüm önce büyük bir soğukkanlılıkla Widmore'u öldürüp daha da bir sürü insanı öldüreceğini söylemişti, bu bölümdeyse bunlara değinilmedi bile. Eğer son iki bölüm olmasa, Ben'in kefaret ödeme hikayesi sıkıcı da olsa mantıklı sayılabilirdi. Peki niçin tövbe etmişken caydı ve eski karanlık haline döndü, kızının mezarını gördü diye mi? Hadi bir nedenden oldu bu diyelim, finalde niçin bütün sezon boyunca gördüğümüz iyi kalpli haline döndü, Flocke adayı yok edeceğini açıkladı diye mi? Bu soruları hâlâ soruyor olmam çok saçma ama elimde değil, her şeyden önce Benjamin Linus niçin yıllaaaar önce Henry Gale rolüyle bizimkilerin kampına sızmıştı ki? Jack'in kendisini ameliyat etmesini istiyordu tamam, ama belki en baştan Jack'e gidip rica etse, her şey daha kolay olurdu, Libby ve Ana Lucia da ölmezdi, falan. Ölmek üzereyken birilerini kandırması, tutsak alınması, sonra başkalarını kaçırıp onları tutsak alması ve bu arada çok değerli haftaları kaybetmesi gerekmiyordu herhalde.
Neredeyse her karakterin diziye romantik bir buluşmayla dönüş yapmış olmasını çok garip buluyorum açıkçası, özellikle de ilişkiler hiçbir zaman Lost'un merkezi olagelmemişken. Düşünsenize, Faraday'den Jack'e, Claire'den Hurley'e bütün karakterlerin "gerçek aşk"larıyla buluşup öpüşüp yiyişmelerini izledik, tamamen ajitasyona dayalı ilk sezondan görüntüler eşliğinde. Üstelik Sayid'in ruh eşi Shannon mıydı şimdi, hadi oradan demek istiyorum. Daha birkaç gün önce Flocke'la yaptığı anlaşma Shannon'ın değil, Nadia'nın hayatta olduğu bir dünyaya dönebilmek üzerine kuruluydu.
Gerçek dünyada neler yaşadı insanlar, Jack'in ölmesi ile kurtulan karakterlerin ölümünden sonra araftaki kilisede buluşmaları arasındaki zaman diliminde neler yaşandı, hiçbir fikrimiz yok. Hurley ve Ben kaç yıl yaşadılar, kaynağı (ve şu kahrolası tıpayı) nasıl korudular, sevgilileri olmadı mı hiç? Desmond adadan ayrılıp Penny'sine kavuşabildi mi? Kate, Sawyer, Claire, Miles ve Lapidus uzun ve sağlıklı birer yaşam sürdüler mi? Kate ve Sawyer kaybettikleri aşklarının tesellilerini birbirlerinin kollarında mı buldular? Aaron büyüyüp de önemsiz, sıradan bir adam mı oldu? Bunlara aldırdığımdan değil ama, karakterlerin öldükten sonraki hallerini bu kadar uzun (tüm sezon boyunca hatta) görecek idiysek, ölmeden önce neler yaşadıklarını da şöyle genel hatlarıyla bilmek fena olmazdı.
Lost, mutlu son verebilmek adına araf ve cennet kavramlarıyla oynayarak ucuz bir numaraya girişti ve hikayenin ada kısmını (yani asıl kısmını) son tahlilde son derece gereksiz bir fazlalığa dönüştürdü. Eğer hepsi sonunda buluşacak idiyseler, Jack'in başarılı olup olmamasının, Sawyer'ların uçağı yakalayıp yakalamamasının, hatta Dumancık'ın serbest kalıp herkesi öldürüp öldürmemesinin ne önemi kaldı ki? Jack'in kendini feda etmesi mesela, manasızmış aslında, ne de olsa öldükten sonra sevdikleriyle elele tutuşup ışığa doğru gidebilirmiş. Öldün mü Jack, ne olacak ki, arafta yine bir doktor olabilirsin, hatta bonus, bir de oğlun olabilir! Üstelik bu sadece ilk kısmı, o bittikten sonra tam olarak ne olduğunu kimsenin bilmediği cennete gideceksin ama herkesin gülümsemelerle koşar adım gittiği bir yer olduğuna göre, araftakinden de şahane olmalı! Sadece kaçınılmaz olanı yani ölümü erteliyordu karakterler, ölümden sonrası bu kadar harikuladeyse ertelemeseler daha bile iyi olurmuş üstelik. Altı yıl boyunca Lost'ta olup biten hiçbir şeyin ehemmiyeti yokmuş, konu dışıymış her şey, anlamsızmış, yersizmiş, gereksizmiş.
Lost'a dair yazdığım son yazıyı aklımda kalan sorularla bitirmek istiyorum, dizinin genel temasına da uyacaktır böyle bir veda :) Ben çok sıkı ve dikkatli bir takipçi sayılmam, üstelik ikinci sezonu örneğin tam üç sene önce izledim, buna rağmen bir oturuşta bu kadar soru çıkarabiliyorsam, tüm bölümleri arka arkaya ve bu yıl içinde izleyip de çok daha fazla ayrıntıyı yakalayabilmiş ve benim gibi bir sürü şeyi unutmamış olanların listelerinin kaç sorudan oluşacağı merak konusu :) Tabii bu soruların şu noktadan sonra hiçbir anlamı kalmadı, özellikle yazarların bizden bile daha az şey bildiğini öğrendikten sonra. Olsun. Yazayım, eksik kalmasın.
- Richard neden 1970'lerin sonunda Dharma'da çekilmiş bir fotoğrafta bizimkileri göstererek hepsinin öldüğünü gördüğünü söyledi?
- Adayı bulmak niçin bu kadar zordu? Neden dışarıdaki dünyayla arasında 30 dakikalık fark vardı? Nasıl oluyor da hareket ediyordu?
- Adanın efsunlu özelliklerinin kökleri neye dayanıyordu, nasıl oluyor da felçlileri ve kanserleri iyileştiriyordu, merkezindeki altın renkli parlak enerjinin niçin korunması gerekiyordu, korunmazsa ne olurdu?
- The Others, Hostes Cindy'i nasıl oldu da kendi taraflarına çekti?
- Walt'un özel güçleri mi vardı?
- Mikhail niçin bir türlü ölmedi?
- Neden Sayid son sezonda birden İngiliz aksanıyla konuşmaya başladı?
- The Others niçin Walt'u kaçırdı? Bu kaçırılma sırasında niçin Walt üzerinde bir takım testler yapıp durdular?
- Kate'in adada görüp durduğu siyah at ne işti?
- Walt nasıl Swan'daki bilgisayarın başındaki Michael'la chat yapabildi?
- Niçin Eko'nun geçmişinde sahtekar falcı olarak görünen adam, Aaron'ı Claire'in yetiştirmesinin çok önemli olduğu konusunda ısrar etti ve Claire'ı nerdeyse zorla Oceanic 815'e bindirdi?
- Juliet'in kocasının ölmesini nasıl sağladı The Others? Juliet'in kardeşini nasıl iyileştirdiler ayrıca?
- Niçin Dogen hayattayken Flocke tapınağa giremiyordu?
- Niçin şu arafta ve kilisede Michael ve Walt'tan iz yoktu?
- Hurley'nin kötü şansının kaynağı neydi, piyangoyu kazanmak için kullandığı numaralar gerçekten de "lanetli" miydi?
- Locke'ın babası nasıl oldu da adada bilmemne kutusundan çıktı?
- Jacob'ın kulübesinin etrafındaki külümsü madde neydi?
- Jacob'ın kulübesi niçin özellikle Hurley'e göründü ve yer değiştirip durdu?
- Neden adaya dönebilmek için, adaya ilk düşüşlerindeki koşulların aynısını yaratmak zorundaydılar?
- Swan patladığında, Locke oradan nasıl kaçtı? Aynı patlamadan Eko nasıl kurtuldu?
- Jacob hangi amaçla şu ünlü listeyi yaptı, o listede kimler vardı?
- Walt niçin Locke'a hatch'i açmamasını söyledi, hatch'le ilgili ne biliyor olabilirdi ki?
- Tawaret heykelini kim, niye inşa etti?
- Niçin Ben Locke'a düğmeye basmazsa hiçbir şey olmayacağını söyledi?
- Niçin Dharma Swan'ın üzerinde, Jacob'ın kalan son adaylar için kullandığı sayıları kullandı?
- Neden Sun Jin'e sırf çocukları hem öksüz hem de yetim kalmasın diye "hayır benimle birlikte ölme, git kızımıza babalık et" demedi?
- The Others nasıl oldu da kimlerin "iyi", kimlerin "kötü" olduğunu bildi, dosyalarda falan bulunamayacak pek çok gizli bilgiye ulaştı? Ayrıca ne olacaktı yani "iyi"leri kaçırınca?
- Niçin ve nasıl Ben dümeni çevirdiğinde 2004'ten 2005'e gitti?
- Niçin adadaki herkes değil de, sadece bizim kahramanlarımız (tabii bir de karavan) zamanda yolculuk yaptı?
- Hamile kadınlar neden ölüyordu adada?
- Juliet bomba patladıktan sonra, ölmek üzereyken niçin ve neyi kast ederek "İşe yaradı" dedi?
- Niçin Ajira uçağından düşen Jack, Kate, Hurley ve Sayid zamanda 30 yıl geriye gitti de, diğer yolcular; Sun, Ilana, Lapidus, Ben ve Locke'ın cesedi günümüzde kaldı?
- Şu "hastalık/enfeksiyon" neydi, insanlar nasıl kapıyordu bunu, ne oluyordu yani kapınca?
- Kulübenin etrafındaki kül çemberini kim bozdu?
- Walt ölmediği halde nasıl oldu da Shannon'a, Sayid'e ve daha nicelerine görünüp durdu?
- Sayid'in ruh eşi ne zaman Shannon oldu? Nadia'ya yazık değil mi?
- Nasıl oldu da akıl hastanesinde Hurley'i ziyarete gelen ölü Charlie'yi, Hurley dışında başkaları da gördü?
- Libby?
- Dharma?
- Widmore?
- Numaralar?
- Zaman yolculuğu?
- Eloise Hawking?
- Okunmuş üflenmiş şarap?
- Flocke'ın yani Smokey'nin yani Adam'ın yani Man in Black'in yani Jacob'ın kardeşinin ismi?
"Hayatın anlamını bulmayı mı bekliyordunuz bir diziden," diyorlar beğenenler beğenmeyenlere. Her yerde bu lafı görüyorum ve dizinin yıllar boyunca ortaya attığı gizemlerin çözülmesiyle hayatın anlamı arasındaki bağlantıyı gerçekten kuramıyorum. Dramatik eserlerde, izleyicinin bir sonraki bölümde ya da sahnede ne olacağını merak etmesini sağlamak önemli bir unsur, ama asıl mühim olan, nihai olarak yapılması gereken, tüm olayların toplarlanması, açıkların kapatılması, soruların cevaplanmasıdır. Aksi takdirde, izleyicisini aptal yerine koymuş olur o yaratı ("Sağabildiğimiz kadar sağalım," mentalitesi.) "Bu bir televizyon dizisi, ne bekliyordunuz ki," diyenlere buradan selam göndermek istiyorum. TV dizileri de anlamlı, mantıklı ve kaliteli olabilir dostlar. Televizyonda sanat yapmanın dahi mümkün olduğuna inanıyorum ben. Enayilik, ne yapalım :)
Eğer ilk sezonun sonunda böyle bitseydi Lost, söyleyecek hiçbir şeyim olmazdı. Yine araf, kilise, tıpa, ışık gibi bazı öğeleri sevmezdim ve olayların nihai olarak bağlandığı yer bana hitap etmezdi, ama şu an yaptığım gibi eleştirmezdim kesinlikle, çünkü kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir son olmuş olurdu o. Oysa ilk sezonda bitmedi, seyircisinin asla sonlandırılmayacak binlerce çözümsüz gizemle karşılaşıp şaşırması ve bir gün onların çözüleceği umuduyla heyecanlanması için, tamı tamına beş yıl daha izlettirdi kendini. Kabul etmek gerekir ki, deliler gibi yeni bölümleri beklememizin, üzerine kafa yormamızın, teoriler üretmemizin, arkadaşlarımızla hakkında konuşmamızın ve üzerine yazılar yazmamızın, kısacası bu kadar sevmemizin en büyük nedeni, bizde merak uyandırmasıydı. Evet flashback'ler şöyle yaratıcı fikirdi de Evangeline Lilly böyle güzel bir hatundu, Terry O'Quinn şöyle şahane bir oyuncuydu da müzikler böyle nefisti falan filan, ama bunların tümü ikinci plandaydı benim için, yan öğelerdi bir bakıma; Lost'u asıl Lost yapan, sezonlar boyunca ilginç, yaratıcı gizemler atmasıydı ortaya. Ve bunu yapmak kolay, hele hele arkanda ABC gibi bir network, elinde de doğru dürüst bir bütçe ve bu kadar yetenekli oyuncular varken. Zor olan, izleyici tarafından Lost'un bittikten sonra da başarılı ve kaliteli bir yapım olarak kabul edilebilmesi için gerekli olan, bu gizemleri çözülebilmesi, olayların toparlanıp parçaların yerli yerine oturtabilinmesi.. Bu bağlamda yazarlar 'zor'u başaramadılar. Büyük ihtimal zora gelemediklerinden (!) değil de, başından beri bir cevapları, bir planları olmadığından. Ki neyi nereye bağlayacaklarını bilmemeleri, daha en baştan kafalarında bir şey olmadan yola çıkarak, dizi tuttukça ortaya daha fazla soru atmaları, hikayeyi iyice çetrefilleştirmeleri ve asla toparlayamayacaklarını bildikleri halde sırf daha fazla ekmek yiyebilmek için çamura daha fazla gömülmeye razı olmaları bir fiyasko bana göre, ama yine de böyle olacağını son sezonun ikinci yarısında hafif hafif anlamaya başlamış, beklentilerimi ona göre ayarlamış, finalin başına oturmadan dokuz yüz beş bin altmış üç milyon soruya yanıt alamayacağımızı bilerek izlemeye başlamıştım; beklediğim şöyle sürprizli, şaşırtıcı, aksiyon dolu bir final izlemek, çok fazla cheesy duygusal sahneyle karşılaşmamak, çok fazla teolojik öğeyle de karşılaşmamak, bir de altıncı sezonun başında ortaya çıkmış olan flash sideways'in açıklamasını mantıklı ve tatmin edici bulmaktı. O bile olmadı.
PS: Lost'un final bölümüyle ilgili anket kapandı, blogdan kaldırmadan önce sonuçların kalıcı olması için burada belirteyim dedim. 1524 kişi oy vermiş, bunların 379'u yani %24'ü "nefisti", 327'si yani %22'si "asap bozucuydu", 818'i yani %54'ü "hayal kırıklığına uğratıcıydı" şıklarını seçmiş. Bu da demektir ki izleyen 4 kişiden sadece 1'i beğenmiş dizinin finalini. Biraz içler acısı.
Şimdi gördüm bu yazıyı yazdığın soruların %85 inin cevabı dizideydi iyi takip edememişsin.
YanıtlaSilYorumlarınızın çoğuna katılmıyorum. Açıklanmadığını düşündüğünüz soruların çoğunun açıklandığını bildiğim için biraz gülümsedim onları okurken. Cevapları gözümüze sokacaklarını mı sanmıştınız?? O zaman siz Lost'u hiç anlamamışsınız. Ben baştan izledim. 2.kez ve sonunu bilerek izlediğimde her şeyi daha iyi anladım. Size de öneririm. O soruların yüzde 80'i azalacaktır.
YanıtlaSilyukarıdaki arkadaşlara aynen katılıyorum.birde uzun uzun yazmışsınız önce diziyi adam akıllı izleyin ondan sonra yazın uzunca bir yazı.dizi mükemmeldi,evet karmaşıktı anlaması biraz zordu ama öyle olması gerekiyordu eğer bu tip filmleri izlemeye çok özür diliyorum ama zekanız yetmiyorsa açın walking dead izleyin bilmeden anlamadan çamur atmayın. eminim bütün sezonları dikkatlice tekrar izlerseniz haklılarmış dersiniz.
YanıtlaSil